Crytek ve dolayısıyla Yerli Kardeşler ile tanışmamız bundan tam yedi yıl önce, yine bir Mart ayında gerçekleşmişti... Far Cry ile. Bir FPS fanı olun ya da olmayın, Far Cry’ı duymamış olmanız pek mümkün değil. Özellikle de “tropik ada” temalı parıltılı grafiklerini düşününce. Evet, Far Cry gerçekten de raflara çıktığı döneme görsel açıdan damga vurmayı başarmış ve hatta bir adım daha ileri giderek bizlere özgürce dolaşabileceğimiz kocaman mekanlar sunmuştu. Ne var ki; sağlam bir konu, sürükleyici hikaye anlatımı, güçlü karakterler, dengeli oynanış dinamikleri ve mantıklı davranan bir yapay zeka gibi bir oyunu “muhteşem” yapan unsurların yerine The Island of Dr. Moreau çakması zayıf bir genetik deney hikayesi, başarısız bir kurgu, Hawaii gömlekli zorlama bir ana karatker, içi boş yan karakterler, kötü yazılmış diyaloglar, x- ray destekli teleskobik gözleriyle bizi saklandığımız çalıların arasından bile görüp 800 metreden üstümüze kurşun yağdıran ve hemen her fırsatta sayıca üstünlük kurarak bize bu tropik cenneti dar eden yapay zekayla haşır neşir olmak durumunda kalmıştık. Crysis de pek farklı değildi. Hawaii gömleği yerine nanosuit, genetik deneylerin yerine de uzaylı istilası dışında. Gökten inmesi beklenen üstün uzay teknolojisine sahip süper bilgisayarlar için geliştirildiğinden ve bir oyundan ziyade teknoloji demosunu andırdığından da bahsetsem kimsenin kalbi kırılmaz herhalde.
Yine de gerek Far Cry gerekse Crysis, her oyunseverin mutlaka görmesi gereken birer klasikti şüphesiz. En azından bir şeyden emindik artık: Söz konusu bir Crytek oyunuysa, o oyun muhteşem görsellere sahip olacak ve bizler, bilgisayar patlar korkusuyla ayarları köklemeye korkacaktık.
Crysis 2’nin PC platformunun yanında Xbox 360 ve PlayStation 3 için de geliştirildiğinin duyurulmasıysa beni umutlandırmıştı açıkçası. Zira konsol pazarındaki tüketici refleksleri, grafik gazıyla veya “acaba sistemim ne kadar zorlanacak” gibi baş ağrıtan beklentilerle yönlendirilemiyordu. Halo, Gears of War, Resistance ve Killzone gibi aynı anda hem etkileyici görünüp hem de “deneyim” anlamında oyuncuları mest edebilen muhteşem yapımların cirit attığı bir pazardı burası. Hatta Call of Duty de bu pazarın tepesine çoktan kurulmuştu. Crytek’in ise liderliğe oynayabilmesi için yapması gereken tek şey, oyun motoru pazarlamak için teknoloji demosu üreten bir firma kimliğinden çıkıp zaten görselleriyle büyük bir popülarite kazanmış Crysis’in içine roller coaster tadında heyecanlı bir deneyim katmaktı. Ne var ki Crysis 2, bizleri tropik Lingshan adasından alıp gizemli bir virüs salgınının hemen ardından uzaylı Ceph’lerin istilasına uğrayan ve büyük bir yıkımla burun buruna gelen New York’un göbeğine bıraksa da; beklediğimiz o muhteşem deneyimi yaratmaktan uzak kalıyor.
New York, New York...
Crysis 2 ile ilk oyundaki olayların 3 yıl sonrasına; Gordon Freeman tarafından seslendirilen Alcatraz adında bir Amerikan askerinin ilk oyundaki takım liderimiz Prophet tarafından "kurtarılıp" nanosuit 2.0 giydirilerek post-modern bir Rambo’ya dönüştürülmesini anlatan ufak mantık hatalarıyla gölgelenen; sığ diyaloglar ve zayıf karakterlerle bezenmiş sönük hikayesine konuk oluyoruz. Tamam, oyunun hikayesi için berbat falan diyemeyiz. Özellikle de oyunun başında aklımıza takılan bazı soru işaretlerinin yanıtlarını ilerleyen bölümlerde aldığımızı ve oyunun sonunda bizleri güzel hazırlanmış bir finalin beklediğini düşününce. Ne var ki; ortalama 10 saatlik uzun sayılabilecek oyun süresi boyunca, zeka seviyemizi sorgularcasına şaşırtıcı olmaya çalışan birkaç klişe sahne dışında en ufak bir anlatımla karşılaşmıyoruz. Kısacası hikayenin oralarda bir yerlerde olduğunu hissetsek de; bu bize karşımıza çıkan her şeyi havaya uçurmak için bir neden teşkil etmekten fazlasını sunmuyor.
Toplumun elit zümreler tarafından sömürüldüğü baskıcı politik sistemleri eleştiren distopyalar yaratmak konusunda ün yapmış Richard Morgan gibi bir yazardan çok daha etkili bir “istila” hikayesi bekliyordum açıkçası. Özellikle de bütün o iddialı demeçlerinden sonra.
0 yorum:
Yorum Gönder